Uzun olmuştu… hem de çok uzun.
Üç sene kadar önce tanışmıştık biz seninle… Sonra sen geldiğin hızla gittin hayatımdan.
Çok bekledi gözlerim yolunu…
Yağmurda gelmiştin yaa bana hatırlarmısın bilmem. İşte her yağmur yağdığında bende ağladım seni beklediğim yerde…
Sonra zamanla unutur oldum yüzünü. Direndim unutmamak için ama sen de unutmustun beni. Unutmayı ilk sen tercih etmiştin çünkü.Unutmak kaçınılmaz olmuştu artık. Akmaz oldu gözlerim senin için …
Bittin… Unuttum seni. Başka birisi oldu hayatımda, onu senden daha çok sevdim. O senden daha çok değer verdi bana. Senin gibi yarı yolda koyup gitmedi beni. Yürekten sevdi, elimi sımsıkı tuttu, bırakmadı… (daha&helliip;)
Bir mısralar anlatmaya yetmedi seni bir de benim dilim…
Ah güzel yar nasıl bir aşktı bendeki, nasıl bir sevgiydi ki içim senden vazgeçmedi.
Gözlerin ağlarken yanağımda, gitmek için hazırken gidemedim. Ah yar ne acılar çektim, çektirdim. Oysa hak etmemişti gözlerin gözyaşlarını. Hak etmemişti yüreğim sensiz geçen o günleri. İşte ben o zaman öğrendim ağlamayı… işte o zaman tattım uykusuzluğu…Sensiz alınan her nefesin nefes olmadığını…
Ah yar bu kadar çok severmiymiş insanoğlu ben kendime dahi inanamıyorum doğrusu. Güzel gözlerini görmediğim her gün zindanda kalmış gibi özgürlüğüm kısıtlanmış gibi oluyorum.
Ah yar seni sevmek nasıl bişey ben anlamadım sana da anlatamıyorum…
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” dedi; kış gününde sırtında paltosu bile olmadığı halde ödülünü askerlerimize bağışladığı İstiklal Marşımızı yazdı; gerçek bir vatanseverdi, Çanakkale Şehitlerine şiirini gelecek nesillere bıraktı. Vefatının 74. yılında saygıyla anıyoruz. Aziz ruhu şad, mekanı cennet olsun.
Hani an gelir konuşmak istemezsin ya kimseyle öyle bir an işte… Hani gözlerin seni ele versin istemezsin… Hani susarsın sessizce köşende kalırsın. Kimi zamanda sessizce ağlarsın yanlızlığına. Kalabalıktır çevren ama kimse bilsin istemezsin sorununu. Sessizce akar gözlerindeki o masum yaşlar…
Sessizce iç çekersin. Çünkü sen sorumlusundur bundan kendini yanlızlığa iten senin, yanlışların ya da zamanında doğru sandığın yanlış kararlarındır. Ama bişeyi çok iyi öğrenmişsindir. Artık neyi yapmaman gerektiğini.
Üzülme kalk hadi artık. Sen güçlüsün en azından bu hayata karşı güçlü olmalısın. Ne yaşamış olursan ol ne karar almış olursan ol doğru ya da yanlış bu senin kendi kararın. Sevin, gül, ağla ,üzül. Ama kendi kararını kendin verdiğin için kendinle gurur duy…
Bu sensin senin kendi hayatın canım arkadaşım üzülme artık toparlan dik dur…
Bana sadece “yaz” dediler…
“Gel buraya sende birşeyler yaz.”, “Yazar ol” tamam dedim ilk duyduğumda… “Yazacağım ama şimdi değil, sınavdan sonra.” dedim “tamam” dediler. Sınava hazırlanırken ara ara girdim, baktım ne var ne yok nasıldır, nedir, ne değildir… (daha&helliip;)
Tereyağlı kedi paradoksu bir paradoks şakasıdır. Genel gözlenen bir doğa olayı ve bir Murphy yasasından oluşur;
Paradoksal bir düşünce deneyidir. Bir kedinin sırtına, yağlı kısmı üste bakacak şekilde bağlanacak bir ekmek dilimi bu paradoksun ana parçasıdır. Kedi dört ayak üstüne düşmeye çalışacak, ancak Murphy yasasına göre tereyağlı ekmeğin yağlı yüzü de aynı şeyi deneyecektir. Bu durum bir paradoksa sebep olur. Bazı düşünürler şakayla karışık biçimde kedi-tereyağlı ekmek sisteminin yere yakın bir mesafede havada asılı kalacağı ve sistemin yerin hemen üsünde asılı biçimde kalacağı, enerjinin korunumu dolayısıyla da düşmeden kazanılan enerjinin korunarak sistemin kendi ekseninde dönmesine sebep olacağını iddia eder. Bu şekilde bir anti yerçekimi alanı oluşturulabileceği de iddialar arasındadır.
Ancak bazı iddialar, bu sistemin çalışmayacağını söylemektedir. Murphy kanunları arasında bulunan “Yanlış gidebilecek her şey yanlış gider” ve “yanlış gidebilecek şeylerin tamamı asla kestirilemez” yasaları sebebiyle bu sistemin bir noktada sorun yaşayacağı ve çökeceği iddia edilmektedir.
İnsan hiçbir zaman birşeyi tam anlamıyla anlayamıyor. Belki anlam gerçekte varolan bir şey olmadığındandır. Bu durumda ihtiyaç olan tek şey, oluşturulan anlamla tutarlı davranışlarda bulunmak. Anlamak, yorumlamak, tek başına varolan birşeyi anlamak değil, tutarlı davranış ve söylem bütününden ortaya çıkandır.
Daha dün arkadaşıyla dansetme ihtimali olan kadınına, arkadaşını öldürmekle tehdit ederek sahip çıkan adam, ve bugün o kadını görmek istemeyen adam… Kendisini yaşamaktan sakınmayan bir kadın, fakat derinlerini açmakta çok zorlanan bir kadın. Ve bir o kadar heyecanlı, kendini kaptırmaya. Ve bir o kadar yalnız, aklının sınırlarında…
Sadece anlamadığınızda değil, anlam veremediğimizde, bu hiçbir vakit anlamaya gelemeyeceğizi fark ettinizde de geçer akçedir. Öyleyse anlamamak mutlaka kötü birşey olmasa gerek. İnsanların anlamamakta oldukları şeylerle gururlanabileceğini, hayatlarının hiçbir kesiminde anlamaya hazır bulunmadıklarını görebildikleri şeylerle kendilerinden sözedebilir hale geldiklerini düşünmeliyiz… Bu bir bakıma öz-sevi dir. Bir varoluş aristokrasisidir… Anlam hiyerarşisinin eşiğini dahi geçemeyecek durumda olan bir yığın objenin ben olmak adına görmezden gelinmesidir…
“Hafıza problemleri sebebiyle karmasını hesaplayamayan hindistanlının sürekli tekrarladığı söylem. ”karma karışık, karma karışık, karma karışık” diyerek yürür hindistanın ara sokaklarında.”
Hiçbir şey sorma, hiçbir şey konuşma, sadece gel desem.. Gelir misin? Hadi desem yada… Hiçbir şey sormadan yine benimle yürür müsün sonu belirsiz sokaklarda?
Bakmasan, görmesen, duymasan beni günlerce… belki aylarca…Yinede beni sever misin?
Gözden ırak olan gönülden uzak olurmuş derler ya.. Yanımda olup uzak olmaktansa, uzakta olup içimde olmayı becerebilir misin?
Aylar sonra, belki yıllar sonra… ”Seni sevdim.. Senden gelen iyi-kötü her şeyi sevdim. Ve hep seveceğim..” Diyebilir misin? (daha&helliip;)
Sana gülüm demiştim ya, o gül soldu …
Gülün ömrü belki evet az olur ama varsın az olsun. Ya sevdiğinden alırsan gülü bir ömür boyu kurutup saklamaz mısın. Her baktığında hep ilk aldığın günü anımsamaz mısın , gözlerindeki ışıkla …
O Gül solmadı, son demiştim ama son veremedim, içimdeki titreyen kalbime söz geçiremedim. unutamadım, unutmadım, unutmayacağım ..
Bir gün Napolyon düşman askerlerinden kaçarken, bir bakkal dükkânına girmiş. Bakkala hemen kendisini saklamasını emretmiş. Bakkal da Napolyonu müsait bir yere saklayıp, biraz sonra gelen düşmanları da “Az evvel biri koşarak şu tarafa kaçtı.” diye savuşturmuş.
Nihayet biraz sonra Napolyon’un muhafızları yetişmişler. Bakkal ömründe bir daha karşılaşamayacağı Napolyon’a sormuş: “Efendim, af buyurun ama merak ettim, ölümle bu denli burun buruna gelmek nasıl bir duygu?” Napolyon birden öfkelenmiş. “Sen kim oluyorsun da benimle böyle dalga geçercesine konuşabiliyorsun?” diye bağırmış. Hemen askerlerine, Adamcağızı kurşuna dizmelerini emretmiş. Askerler bakkalın gözünü bağlayıp, karşısına dizilmişler. Mermiler namlulara sürülmüş, artık “ateş” emri verilecek… Adamcağız içinden: “Ah, ne yaptın sen? Şimdi ölüp gideceksin” diye düşünürken, arkadan bir çift el uzanmış, gözündeki bağı açmış.
Karşısında Napolyon varmış. Tek cümleyle cevaplamış Napolyon:“İşte böyle bir duygu!”
“Yaşayarak ögrenmek, bedeli en yüksek öğrenme biçimidir…”
Son Yorumlar