Ben bu hayatta hiç var olmadım ki zaten…
Ne birinin teninde ısındım,
Ne de bir kelimesinde yer bulabildim kendime.
Ne bir yürek beni anladı,
Ne bir ses adımı gerçekten söyledi.
Sanki bir rüyanın unutulan köşesiydim;
uyanıldığında hatırlanmayan,
bir hayalin eşiğinden bile geçemeyen silik bir iz.
Zaman aktı üzerimden,
ama ben hiçbir saate ait olmadım.
Bir gölgeydim belki;
ışık varsa varım, yoksa hiçim.
Hiçbir el tutmadı beni,
hiçbir bakışta kendimi bulamadım.
Bir gün gidecek olsam,
ardımdan ‘kimdi o?’ bile demez kimse.
Çünkü ben burada değildim aslında —
yalnızca yokluğumun yankısıydım sizin kalabalığınızda
Yazmazsam Unuturum…
Birlikte geçirdiğimiz kısa ama güzel anlar, dostluğunun ne kadar kıymetli olduğunu hep hatırlatacak bana. Sessizliğin artık çok daha derin, eksikliğin ise tarif edilemez…
Huzur içinde uyu, dostum. Seni hiç unutmayacağız.
Kitabında yer verdiğin cümlem içinde sonsuz teşekkürler..
“Aşk siyahı beyaz görebilme körlüğüydü, biz siyahı hep beyaz gördük.”
O satırlarda ismimi anman, beni her zaman onurlandırdı..
Şiirlerin artık sensiz, sessiz ve sahipsiz…
Ama bil ki, her dizede seni yaşatmaya devam edeceğiz.
Hoşçakal Kel Adam..
Hani an gelir konuşmak istemezsin ya kimseyle öyle bir an işte… Hani gözlerin seni ele versin istemezsin… Hani susarsın sessizce köşende kalırsın. Kimi zamanda sessizce ağlarsın yanlızlığına. Kalabalıktır çevren ama kimse bilsin istemezsin sorununu. Sessizce akar gözlerindeki o masum yaşlar…
Sessizce iç çekersin. Çünkü sen sorumlusundur bundan kendini yanlızlığa iten senin, yanlışların ya da zamanında doğru sandığın yanlış kararlarındır. Ama bişeyi çok iyi öğrenmişsindir. Artık neyi yapmaman gerektiğini.
Üzülme kalk hadi artık. Sen güçlüsün en azından bu hayata karşı güçlü olmalısın. Ne yaşamış olursan ol ne karar almış olursan ol doğru ya da yanlış bu senin kendi kararın. Sevin, gül, ağla ,üzül. Ama kendi kararını kendin verdiğin için kendinle gurur duy…
Bu sensin senin kendi hayatın canım arkadaşım üzülme artık toparlan dik dur…
İnsanın başına kötü istemediği bir olay geldiğinde “Hayat ne kadar acımasız olabilir ki” diye insan düşünür ve dert yanar . Aslında insanların acımasızlığının sonucunda oluşan bir durum değilmidir. Yada kendi hatasını kabullenemeyip bir başkasının üstüne atılan kabullenememe durumu değilmidir…
Hayat ne kadar acımasız olabilir ki…
Kontrolü sende değil mi , İlla bir suçlumu olması lazım , Hayata hatta Allah’a isyan değil midir? Yaratıcıyımı suçlamak gerekiyor!
Hayatın varoluş kaynağını …
Suçlu her zaman aslında kendinsindir .. Acımasız olan sensindir …
Davranışların ve karakterinle hakettiğin hayatı yaşarsın …
Bazen söylenemeyen sözlerin sesi, bazen bir pişmanlığın diyeti, bazen de bir sevda nefesi… Sessizliğin çığlıklarıdır aslında gözyaşları… Anlatılamayanı anlatmak ister karşısındakine… Eğer anlayabilirse… İnsanoğlu bi garip… Sevinir ağlar, üzülür ağlar, hasret çeker ağlar, kavuşur yine ağlar. Kelimeler kifayetsiz kaldığında, gözyaşları görev başındadır. Aslında ağlayabilmek büyük bir nimet… Ve ağlamak taş kalpli olmadığımızı gösteriyor. Hala insan olduğumuzu, hissettiğimizi, DUYGUSUZ olmadığımızı… (daha&helliip;)
Facebook’ta bir arkadaşımın paylaştığı video, beni çocukluk yıllarıma, altımı ıslattığım o masum günlere ışınladı adeta…
O yıllar siyah beyazdı. Herkes Beşiktaşlıydı. Nerede şimdi çocuklara bağlanan Ultra Prima’lar, Huggies’ler… Annelerimiz altımıza naylon muşamba bağlardı. Bu yüzden de altımız sürekli pişik olurdu. Sonrasında un bulanmış hamsi gibi pudranın içinde kalırdık. Yine de o halde sokağa salardı bizi analarımız. Ne park vardı, ne oyun evi, ne de kreş…
Postacı filmlerinin çekildiği zamanlardı. Kapını çalan postacı ya bir banka tebligatı ya da içine fotoğraf iliştirilmiş bir mektup getirirdi. Bir haber alabilmek için bazen haftalarca, bazen aylarca, hatta yıllarca beklerdik. Nerede şimdi olduğu gibi cep telefonları, fiberoptik kablolar, “kotasız” diye yutturulan internet paketleri, GSM operatörleri…
O yıllar, en dürüst kopyaların çekildiği yıllardı. Sınavlarda tüm cevapları bilsen bile, sınıfın en çalışkan öğrencisine saygı gösterir, hepsini çözmezdin. Haksızlık yapmazdık. Nerede şimdi olduğu gibi, yanlış soruyu bile doğru işaretleyebilen kopya çeteleri, sistemin açığını ezbere bilen eğitimli sığırlar…
Ortaokulda okulun en güzel kızına âşık olurdun. Utanırdın, sıkılırdın. Ayıptı çünkü… Yakışık almazdı sevdiğine ilan-ı aşk etmek. O tapılası hatun, bugün olsa Facebook’ta ilişki durumunu haftada üç kez değiştirirdi belki ama o zamanlar aşk ciddi bir şeydi. Haftalık ya da günlük değil, yıllara yayılan bir duyguydu.
Bazen de “verilmiş sadakamız” olurdu… Yıllar sonra karşına çıkardı eski platonik aşkın. Hayat mücadelesinde, kredi kartından biriktirdiği bonuslarıyla, boğum boğum sarkan yağlarıyla, hiçbir boyanın kapatamayacağı kırışıklarıyla, pamuk şekeri gibi bembeyaz saçlarıyla ve birkaç çocuğuyla… Yanında da okulun en hayta, en yontulası odunu: promosyonu!
Kilometrelerce uzakta olan birini sevmek…
Onca insan arasından kalkıp da kilometrelerce uzakta olan birini sevdiğiniz,seçtiğiniz için “hayatın bir bildiği var” diyebilmektir. televizyonun karşısına geçip oturduğunuzda bile, evdeki en dağınık halinizde bile onun yanında olmayı istemek, onun da aynı şeyleri düşündüğü inancına güvenebilmektir. “özlemek” kelimesinin hakkını vere vere yeri geldiğinde gözyaşlarınız gülümsemenize karışmış uyumak, ve uyurken onu düşünmemeyi dilemektir, çünkü uyku ve o hiç iyi anlaşmaz. sırf sesini duymak için telefon açmak, saçma sapan ya da ilginizi çekmeyecek şeyler olsa bile anlattıkları dinleyebilmektir. En kötü anınızda anne babanızı bile değil,
onu arayarak, tüm sevdiklerinizi es geçebilmektir ve en önemlisi dahası en zoru, onun sizi çok sevdiğine inanıp, tüm korkuları bastırarak o uzakta dahi
olsa ona güvenebilmektir…
(alıntı)
Şehrin efendilerinin,
Direttiği hayatı yaşamak zorunda kalmışlığımdan,
yüz soruyla hayatı kolay kılma yarışında yine sonuncu oldum …
Yani;
“Boş hayaller “ listesine eklenecek bir madde daha ..
Ve yine yazmak zorunda kaldım .. (daha&helliip;)
Sensiz de geziliyor işte! Kendimi o dört duvarın arasından çıkardım. Kimi akşam dostlarla duble yanı sohbete, ülke kurtarmaya; kimi zaman tek başıma tiyatroya gidiyorum. Yollarda senin adın yazan dükkan isimleri çarpıyor gözüme, o an içim bir sızlıyor ama o da geçiyor. Kendi kendime gülümsüyorum. (daha&helliip;)
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır…
Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulan vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara…
Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi…
Son Yorumlar