Modern çağın görünmeyen salgınlarından biri olan depresyon, bireyin iç dünyasında derin yarıklar açarken; toplumda hâlâ yeterince anlaşılmayan bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Kimi zaman uzun yıllar süren mücadelelerin ardından çare olarak başvurulan antidepresan ilaçlar, hakkında çokça konuşulan ama çoğu zaman yüzeysel biçimde anlaşılan bir olgudur.
Bu yazıda, antidepresan kullanımının ruhsal deneyimler üzerindeki etkilerini, toplumsal yargılarla olan ilişkisini ve bu sürecin bireyde nasıl bir dönüşüm yarattığını ele alacağız.
Antidepresanlar, beynin kimyasal dengesini düzenleyerek özellikle serotonin, norepinefrin ve dopamin gibi nörotransmitterlerin düzeylerini etkiler. Bu düzenleme sayesinde, depresyonun en temel semptomları olan yoğun mutsuzluk, umutsuzluk, enerji eksikliği gibi belirtilerde azalma sağlanabilir. Ancak burada önemli olan nokta, bu ilaçların mucizevi bir “mutluluk hapı” olmadığıdır. Hisleri bastırabilir, keskin acıları küntleştirebilir ama insanın yaşadığı içsel boşluğu veya duygusal geçmişini silip süpürmez.
Kimi zaman bu ilaçlar, kişiyi hayata karşı “donuk” bir pencereye mahkûm edebilir. Duyguların ucunu törpüler, inişleri çıkışları azaltır. Ama bir başka deyişle, hayata karşı “buzlu camın” ardından bakıyormuş gibi hissettirebilir. Yani hayat devam eder, ama siz içeriden sadece silik gölgeleri izliyor gibi olabilirsiniz.
Antidepresan kullanan bireylerin en büyük sınavlarından biri, yaşadığı ruhsal sıkıntılar değil; çevresinden gördüğü anlayışsızlıktır. Ne yazık ki, toplumumuzda hâlâ “akıl hastalığı” ya da “ilaç kullanımı” gibi kavramlara karşı büyük bir önyargı söz konusudur. İnsanlar, depresyon gibi görünmeyen hastalıkları anlamakta zorlanır ve bu yüzden “deli misin?”, “ne gerek var böyle şeylere?” gibi dışlayıcı tepkilerle yaklaşabilirler.
Bu nedenle, pek çok kişi antidepresan kullandığını gizlemeyi tercih eder. Sadece güven duyduğu birkaç yakınla paylaşır. Zira damgalanma korkusu, iyileşme sürecinin önündeki en büyük engellerden biridir. Oysa ki depresyon, kalp hastalığı gibi, şeker gibi; tedavi edilmesi gereken bir sağlık sorunudur.
Antidepresanlar, kimi zaman ayağa kalkmak için bir baston, kimi zaman düşmemek için tutunulan bir duvar olabilir. Ama şunu unutmamak gerekir: hiçbir ilaç, hayatı çekilebilir kılmaz. İçsel sancıyı tamamen ortadan kaldırmaz. Ruhsal iyileşme sadece ilaçlarla değil, iç görü, destek, terapi ve zamanla sağlanır.
İlaç, bir adım atmaktır. Ama yolu yürümek; kişinin kendi iç sesiyle, kendi karanlığıyla yüzleşmesini gerektirir. Ve bu süreçte, kişisel farkındalık, sosyal destek ve sabır hayati önem taşır.
Antidepresan kullanan herkes, dışarıdan bakıldığında normal bir hayat sürüyor gibi görünse de; aslında iç dünyasında büyük mücadeleler vermektedir. Bu mücadeleyi küçümsemek, hafife almak ya da alay konusu yapmak; sadece ruhsal şiddetin bir başka biçimidir.
Dolayısıyla yapılması gereken; yargılamak değil, anlamaya çalışmak, uzaklaşmak değil, destek olmaktır. Zira bir gün, herkesin ruhu bir yerlerde ağır gelebilir. O zaman, başkalarının gösterdiği anlayışı hatırlamak isteyebiliriz.
İnsanca yaşamak, bazen kırılgan olmaya da izin vermekle başlar. Ve bu kırılganlığın içinde, belki de en büyük güç saklıdır.
Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylâk
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
vay ki gençtim
ölümle paslanmış buldum sesimi. (daha&helliip;)
Abraham Lincoln’un, oğlunun Öğretmenine yazdığı mektup
“Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya kendini adamış bir lider vardır.
Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını… Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki (daha&helliip;)
Kur’an’da anlatılır ki (Âraf; 171-172) Allah, dünyada hiç bir şey yok iken, ruhlar alemini yarattı. Orada bütün ruhları bir araya toplayıp sordu: “Elestü bi-Rabbikum?” Yani, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Ruhlarımız bu soru karşısında “Kâlû: Bela!” Yani “dediler ki: Evet (şüphesiz Sen bizim Rabbimizsin) “. Bu Meclis ( Ezel bezmi, Elest meclisi), varlığın ilk toplantısı idi ve bütün ruhlar orada birbirlerine şahit tutuldular; ta ki dünyaya geldikleri vakit bu sözlerinden dönmesinler… Dönenler olursa, o mecliste rahmet ve merhametiyle kullarına muamele eden Rab Taala’nın rahmet ve merhamet çizgisinin dışına itilsinler…
Ezel bezmi öyle bir meclis idi ki, orada yan yana olanlar, yakın olanlar, birbirini görenler, birbiriyle konuşanlar; bu dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle yan yana ve yakın olur, Buluşur veya konuşurlar. İnsanlar arasında çağ farkları, uzaklık ve yakınlıklar ile biganelik ve aşinalığın temeli işte o ezel dününe dayanır. Bu durumda dünya, ezelde kader olarak yazılanın vuku bulduğu (kaza) bir duraktır; o kadar. Bu durakta aşkın ve aşığın nasibi de ezel günündeki durumuyla bağlantılı olarak bu dünyada görünürlük ve yaşanırlık kazanır. (daha&helliip;)
Sultan IV. Murat’ın sarhoş edici maddeler ve keyif verici maddeleri yasakladığı dönemde saray casuslarından biri, belki de kıskançlık sebebiyle, hekimbaşı Emir Çelebi’nin yasakları çiğnediği ve afyon kullandığına dair ihbarda bulunur. Hünkar, Emir Çelebi’yi aslen çok sevmekte ve itibar etmekte, hatta kendisini sık sık sohbet için huzura çağırmaktadır. Bu ihbara önce inanmazsa da Çelebi’yi yoklamayı da ihmal etmez. Gelen habere göre Hekimbaşı kuşağı arasında bir cüradan ( ufak kutu) taşımakta ve afyon macununu da onun içinde saklamaktadır. Padişah bermutat, Emir Çelebi’yi satranç oynamaya davet etmiş. Oyunun tam orta yerinde,
HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN !
Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.Sen kendini paralarken ,o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır.Hani ağzınla kuş tutsan ‘Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?’ diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin (daha&helliip;)
İkinci bir şans yokmuş… Var diyenler saçmalamışlar. Düzelir dediğin hiçbir şekilde düzelmezmiş. Sadece değişir gibi gözüküp zamanla yine eski halini alırmış. Sen doğru olduğun sürece karşındaki de doğru olur sanmak saçmalıkmış. Yalan, hayatın her anında yaşadığın içindeki en büyük yaraymış…
İnanmak, güvenmek saçmalıktan bir adım öteye götürmemiş beni. İnsanoğlunun sadece kendisine inanıp güvenmesi gerektiğini bu kadar geç bir vakitte anlamak ve anladıktan sonra ise şok etkisinde kalmak kadar aciz ve üzücü bir durum yokmuş. (daha&helliip;)
O gidecek ve sen bakacaksın.
Kimse olmayacak yanında, acını yalnız yaşayacaksın.
Aşkı tek kişilik yaşamanın mevsimidir şimdi.
Bahar da olsa yaz da, kış hüküm sürecektir sende.
Buz tutacaksın…
Herkesin buram buram terlediği güneşli bir günde üşümenin ne demek olduğunu öğreneceksin.
(daha&helliip;)
“Kadınlar Hintli gibidir, öküze taparlar” cümlesini okuyunca kaseti bir iki defa başa sardım,tekrar okudum. Kadınlar için yapılmış en doğru eleştirilerden biri olmuş.Evet kadınlar öküz sever bunu kabul ediyorum.
Kadınların öküz sevdiğini kabul ettik etmesine ama bu cümle; kadınlara, öküz türündeki adamlara aşık oldukları için bir eleştiri olsada, erkeklerin bir kısmının öküze benzediğinin de itirafıdır. Peki erkeklerin bazılarını öküz sınıfına sokan özellikleri neler ? (daha&helliip;)
Gümüş renkli sabahlara uyandığında
İnce bir hasret uçuşmuyorsa eğer gözlerinde
Bu kendimdir diyerek
Bakabileceğin bir yüz yoksa aynalarda
Ayaklarından cesaret, yüreğinden merhamet akmıyorsa
Yürüdüğün yollara
Ve ne olmuşsa bir şekilde, bir yerlerinde hayatın, (daha&helliip;)
Son Yorumlar